Tavanda ışıl ışıl parlayan aynalı disko topu.

Beyin, belli bir yaşa geldiğinde ister istemez her anıyı aynı klasöre topluyor.  İlköğretim, orta öğretim ve üniversite hepsi aynı klasörde. Bittabi her bir anı, eşit derecede önemsizleşiyor. Bu sebepten ötürü, eğitim aşamalarının tamamına “okul” deyip geçeceğim. Çünkü onca yılın ardından içimde kalan hissiyat hepsi için aynı oldu:

“Meğerse her şey bir rüyadan ibaretmiş.”

Evet, bu durum 100 üzerinden 85 aldığı için sınıfın ortasında ağlayan kız için de geçerli. Bilirsiniz, her sınıfta onlardan bir tane vardır. Emin olun, o kız bugün de ağlıyordur. Sonuçta hayat bir keşmekeştir, mükemmeliyetten çok uzaktır. Her şeyi 100’lük yaparsın ama hayat sana 65 verir.

Biraz durup düşünün: Sizce o kız bunca kaosun üstüne, planladığı o kusursuz hayatı kurabilmiş midir? Bu kafayla yoluna devam ettiyse hayır. Neyse, biz konuya devam edelim.

Öncelikle şunu belirteyim; az sonra anlatacaklarım, okul okuyamayıp da okumuşlara bilenen birinin serzenişi gibi gelebilir. Ama değil. Çünkü ben de çoğunuz gibi lisans mezunuyum. Hatta iki bölüm bitirdim: İthalat-ihracat ve iktisat. Eğitim hayatını bir yola benzetirsek, o yolun sonunu da böylece görmüş oldum.

Evet, okul hayatı bir yoldur ve bu yolun sonu hep gizemlidir. Her kafadan ayrı bir ses çıkar. Rehberlik hocaları, sınıf öğretmenleri ve her gün aynı tonda “Ders çalış.” diyen boomer ebeveynler…

Benim farkım ise sizin neslinizle henüz bağları kopmamış bir kuşaktan geliyor olmam. Anime izleyen, RPG oynayan ve caps biriktiren biriyim. O yüzden gelin bir de yolun sonunu benden dinlemiş olun. Öyleyse başlayalım:

Boş bir basketbol-futbol sahası tel örgülerin ardından görünüyor.

Eski okulumun bahçesine her gözüm takıldığında; o benzersiz sandığım hayatımın, başka çocuklar tarafından tekrar tekrar yaşandığını görürüm. Her şey tıpkı 10 sene önce bıraktığım gibidir. Aynı sıralar, aynı duvarlar ve aynı kale taşları… Hatta o taşların arasında bekleyen kaleci çocuk bile aynıdır. (Bu sefer benim yerime onu kaleci yapmışlardır.)

(bkz: Mavi Hap)

Okul anılarımı her ne kadar mazide kalmış birer kabus gibi görsem de günümüz gençliğinin halen daha o dünyada hapsolduğunu biliyorum. Zihinleri, aynı kodlarla doldurulmuş zombi bilgisayarlar gibi çalışıyor. Okul okuduklarında; otomatikman iş bulacaklarını, yüksek maaş alacaklarını, makam-mevki sahibi olacaklarını zannediyorlar. Evet, üniversitelerden bahsediyorum; hani şu filozofların milattan önce şehir dışında toplanıp fikir üretikleri, mevcut yönetimi eleştirdikleri oluşumlar var ya işte onlar.

Bir de onların şimdiki hallerine bakın. (2020) Müfredat bağımlısı yüksek liselere dönmüşler. Birkaçı hariç bilimin “B”sini üretemiyorlar. Hala üniversite diyebileceklerimiz de siyasilerin hedef tahtası haline gelmişler. İşin en garibime giden kısmı ise bu kurumların devlet eliyle kurulmuş olması. Ee yani? Yanisi, bunlar devlete bağımlıysa sistem eleştirisini kim yapacak? Ödenekleri anında kesiliverir.

Anlaşıldığı üzere günümüz üniversite anlayışı, fikir üretip eleştiri yapmaktan çok uzak. Artık sadece iş bulma kurumu olarak kullanılıyorlar; ha bir de izdivaç. Tabii! İzdivaçsız üniversite olur mu? Olmaz.

Bu arada, yazının tam burasında “Üniversiteleri ciddiye almamakla acaba yanlış mı yapıyorum?” diye düşünürken şöyle bir habere rastladım:

(bkz: Maaşını Alamayan Öğretmenin Herkese Sıfır Vermesi – EkşiSözlük)

Okul Gerçekte Ne İşe Yarar?

Okul hakkında ilk bilmemiz gereken, okulumuzun altın yaldızlı harflerle yazılmış isminin kimsenin umurunda olmayışıdır; bilhassa da işverenlerin. Şöyle bir örnekle izah edeyim:

Mesela ben, bu sitenin sahibi ve yazarıyım. Zamanı geldiğinde yerimi devredebileceğim iyi bir yazar arıyorum. Kriterim şu: Yerime geçecek eleman, yazıyı öyle bir yazsın ki sanki kendi yazılarımdan birini okuyormuşum hissine kapılayım. Böyle birini bulmam oldukça zor, değil mi? Öyle ya da böyle tam olarak istediğim tonu yakalayamayacaktır. Peki bu durumda size soruyorum: Sizce böyle birine rastlasam, hangi bölümü bitirdiği beni alakadar eder miydi?

— Evet, Mahmut Bey harika bir iş çıkarmışsınız, ama ne yazık ki sizi işe alamam. Çünkü edebiyat bölümü mezunu değilsiniz.

Evet, gerçekten de absürt… Ama bu demek değildir ki okul tamamen gereksiz. Bir hayat amacınız varsa, hedeflediğiniz mesleği (öyle parası için falan değil) insanlığı ilerletmek (yani daha iyi olmak) için yapmak istiyorsanız ve yapacağınız işte bilgi birikimi, yol haritası ve disiplin gerekiyorsa, gerçekten de akademik öğrenime ihtiyacınız var demektir.

Peki üniversite okumak için illa bilimle mi uğraşmak gerekir? Tabii ki de hayır. “Diplomalı memur” kavramı neden icat edildi zannediyorsunuz? Nitekim devletçi politikalar uygulayan ülkelerde, eski usul işlemler halen devam etmektedir. Evraklardan madalyonlara, tüzüklerden yüzüklere masa başı bir ton gereksiz işin (bilgisayarlar yerine) vasıfsız birilerine yaptırılması gerekir. Fakat yaptırılacak işler fazla donanım gerektirmediğinden katılımcı sayısı da bir hayli fazla olacaktır. Bu yüzden, katılımcılar arasından amca oğullarını kolayca eleyebilmek için diplomalar devreye sokulur ve birer filtre görevi görürler. İşte bir diplomalı memurun da hayat döngüsü böyle başlar.

Ancak, bir diplomalı memur için bile torpil hayati önem taşır. Evet, iş başvurularında sırf diplomanız var diye size öncelik tanınabilir. Fakat bu da bir aldatmacadır. Zira diplomaların yarıştırıldığı bir kulvarda da her daim rekabeti yerle bir etmek için bekleyen bir (diplomalı) amca oğlu bulunur. İki dakika oturup düşünün. Kimse sizi okuduğunuz üniversitenin şanlı tarihi için işe almayacak. Maaşınızın yarısını devlet karşılayacağı için tercih edileceksiniz. Böyle bir ortamda, vazgeçilmez olan yetenekli adam değil, amca oğludur.

Mezuniyet töreninde bir kız diplomasını alıyor.

Peki ya yetenekler? Yeteneğin hiç mi etkisi yok? Eğer yeteneğinizle yarışmak isteyen biriyseniz, özel sektöre yönelmeniz en mantıklısıdır. Fakat memur zihniyetinizi kapıda bırakmanız gerekir. Burada yetenekli olmanız ağır basar. Sonuçta memur kafasındaki biri, elini kirletmeyen, olduğu kadarıyla yetinen, işleri ucu ucuna bitiren biri olacaktır. Özel sektör bunu affetmez.

Eğer yeteneğiniz okulda perçinlenmemişse, girdiğiniz işte tutunmanız oldukça zordur. İşi iş esnasında, ağır stres altında öğrenmeniz gerekir. İşe gerçekten yatkın olsanız bile o meslekte yeteneğinizi açığa çıkarana kadar ya (dayanamayıp) kendiniz işten ayrılırsınız ya da işvereniniz sizi şutlar. Ve evet, işveren bunu yaparken gözünü dahi kırpmaz. Çünkü dış kapıda, peşi sıra işe alacağı yeni mezunlar beklemektedir.

Ne diyorduk? İş hayatı. Evet, bu işler böyle. Sonuçta devletçi anlayış sizi, onunla çalışmadığınız zaman ömür boyu sefil olacağınıza inandırmıştır.

Çünkü bu zihniyet, eğitimden spora hatta uzaya fırlatılacak rokete kadar her şeyi elinde tutmak ister. Kısacası kontrol etmek ister. Ona göre biz, doymak bilmeyen yaramaz köpüşler gibiyizdir. Arada bir önümüzden kabı alacak ki yemeden durabilelim. Arada bir ışıkları söndürecek ki uyuyabilelim. Zaten bizi eğitme biçimleri de aynı köpüş terbiyesi gibidir. Fark ettiyseniz “eğitim” diyorum, öğretim değil. “Dön oğlum, yuvarlan oğlum, ölü taklidi yap oğlum.” Eğitim…

Verdikleri eğitimin de belli başlı prosedürleri var tabii. Bu sisteme göre Mars’a seyahati en kestirme yoldan hesaplayabilen bir matematik dehası olmanızın hiçbir önemi yok. Bu alanda diplomanız yoksa bırakın Mars’a roket göndermeyi, acınızdan geberirsiniz. Çünkü sen diplomasız roket atarsan, başkası diplomasız roket atarsa; o zaman emekçi öğretmenlerimize ne olacak? Bunu hiç düşündün mü? Onlar aç mı kalsın? Ha! Ha!?

— Mars’a roket mi atmak istiyon?
— Evet.
— Diploman var mı peki?
— Var.
— Bilmem ne müşavirliğine damga bastırdın mı?
— Hayır.
— Aaa bak oldu mu şindi? Hemen damga müşavirliğine git. Oradan imzalı kağıt alacan. Kağıdı, zarfa koyarken de iyice yala ki tam yapışsın. Bak zarf boş giderse roketini yollatamayız haa.

Yani anlayacağınız, bu mürekkep fetişisti sisteme göre ıslak imza, soğuk damga ve otomatik kaşe her şeydir.

  • Aynı dilde bile iletişim kurmayı beceremeyen yabani memurlar,
  • sınıfta Candy Crush oynayan bezgin öğretmenler,
  • Soliter‘in şifresini çözmeye çalışan araştırma görevlileri

bu çarpık zihniyetin yan mahsulleridir. Bu sistemin asıl sorunu, çekirdekten memur yetiştirmesidir. Memur zihniyetinde olan biri ise bize şunları öğütler:

“Az çalış, çok kazan. Senelik iznin ve maaşın belli olsun. Bunlar zaten sana yeter. Ülkeyi sen mi kurtarcan? Bak millete! Nasıl da sürünüyorlar. Sen de onlar gibi mi olmak istiyon? Devlete sırtını daya. Rahat et.”

Peki ya memur kafasında değilsek. O zaman ne olacak? Aslında okulun verimli yönleri tam da burada ortaya çıkıyor. Ne zaman ki memur zihniyetinden kurtulursun, o zaman haritandaki karartılar açılır. Böylece bulunduğun kampüsün ve yeni taşındığın şehrin nimetlerini görür hale gelirsin.

Lakin memur kafasındaki bir öğrenci için durum farklıdır. Onun mini map‘inde, sadece tavla atacağı kafeler ve çiftleşeceği Şanzelize Bar’lar vardır. Sizin haritanız event’dan geçilmezken memur kafasındaki öğrenci bunlarla yetinmek zorundadır. Sonra “x şehri hiç sarmıyo kanki ya!” şeklinde arkadaşına dert yanar. Bu tipi nerede olsa görürsünüz.

Garip giyimli bir ergen, canı sıkkın bir şekilde volta atıyor.

Event demişken. Nedir bu event’ler? Kütüphaneler, spor salonları, öğrenci aktiviteleri, okul gezileri, seminerler, kariyer günleri, özel kurslar ve dahası. (Ha bir de Şanzelize Bar var. Olmazsa olmaz.)

Memur kafasından sıyrılmış bir öğrencinin kazancı, sadece harita genişlemesiyle sınırlı değildir. Aynı zamanda vaktini değerlendirmeyi de bilir. Çünkü bu öğrenci, içinde bulunduğu dönemin geçici bir süreç olduğunun farkındadır. Bilirsiniz, bir memur zamanın kıymetini asla bilmez. Çünkü onlar hep bir bekleyiş halindedirler.

  • Sabah işe geldiklerinde öğle tatilini beklerler.
  • Öğle tatili bitince mesai sonunu beklerler.
  • Akşam eve döndüklerinde hafta sonunu beklerler.
  • Hafta sonu tatilindeyken de senelik izinlerini beklerler.

Bu zihniyetten sıyrılan biri için bekleyişler artık bitmiştir. Şuan ve gelecek vardır. Memur kafasındaki öğrenci diplomasını alacağı günü beklerken, girişimci öğrenci hedeflerine odaklanır.

İşin tüm esprisi bundan ibaret. Okulun aslında ne işe yaradığını zaten biliyorsunuz. Önemli olan bu nimetleri kullanacak düşünce yapısına kavuşmanız. Memur öğrenciden, girişimci öğrenciye terfi etmeniz. Sonuçta vasat bir ilçenin vasat bir üniversitesinde oluşunuz, sizi vasat yapmıyor. Memur zihniyeti sizi vasat yapıyor. O halde gidin ve okulunuzu keşfedin. İlan panolarını araştırın. Turistik yerleri varsa oralara uğrayın. Emin olun, belki de benim anlattığımdan bile fazla aktivite bulacaksınız.

Görüldüğü gibi, okul tam bir kişisel gelişim mekanı. Bolca zaman, bolca imkan ve bolca insan var. Zaten önemli olan nasıl bir zihniyette olduğunuz ve okula hangi amaçla geldiğiniz. Evet, amacınız ta en başından tüm kaderinizi belirliyor. Şöyle ki: