Bir adam korkuluklara dayanmış düşünüyor.

Yıl 2018, mevsim yaz. Bilim-kurgu filmlerinin işlediği o 2018 geleceği ile uzaktan yakından alakamız yok. Hâlâ soğanın kilosuna neden beş lira verdiğimizi tartışıyoruz. Tabi o yıllarda Soğan Lobisi‘nden bihaberiz. Siyasiler de ayrı telden çalıyor. Seçim meydanlarında endüstri 4.0 ile çaylı kekli millet bahçelerini kıyaslıyorlar. 2015’te gelmesi gereken o hoverboard‘dan da üç yıldır haber alamadık. Mutsuzuz.

Yıl oldu 2020. Kara kış geldi. “Dolar isterse 10 lira olsun, bize ne?” diye haykıran dayılar, bu kış ısınabilmek için küçük odalara göç ettiler. Durumu gören gençler de yurt dışı planlarına hız verdi. Öyle ki İdris Usta’nın kötü anıları bile onları korkutamadı. Ülkede kalıp mühendis olmaktansa Amerika’da bok temizlemeyi göze aldılar. Tabi, bunlar hepimizin rahatça görebildiği gerçekler. Bir de aynanın diğer yüzü var.

Evet, gençlerin nasıl hissettiğinin farkındayız. Şans kaza memur yapılmış lise mezunu bir nesil, dört tane programlama dili bilen üniversite mezunu bir nesle “İş beğenmiyorsunuz.” diye ahkam kesiyor. Delirmemek elde değil. Peki böyle bir durumda bile kendini kurtarabilen biri, nasıl oluyor da bunu başarabiliyor? Cevabı basit, gerçeği görerek…

Peki ya gerçek nedir? Gerçek, çevredeki dayıların doğal bir felaket oluşudur. Bunu kabullenebilen biri asıl soruna, yani kendine odaklanabilir. Böylece ülkeden kaçmadan da konforlu yaşamanın yolunu bulur. Peki ya parlak bir gelecek için dayıların düzelmesini bekleyenlere ne olur?

Çok güzel güneşli bir günde bir evin bahçesi, önünde araba park etmiş.

Farz edelim ki ülke güllük gülistanlık. Basın özgürlüğü var. Kimse attığı bir tweet yüzünden hapse girmiyor. Art arda yeni mizah dergileri açılıyor. Serbest piyasa çalışıyor. Hukuk düzeni işliyor. Evet, bazılarınız için bu paralel evren Türkiyesi‘ni hayal etmesi bile zor.

Ama ne yazık ki bu paralel evren bile bazılarınızın işsiz kalıp sürünmesine mâni değil. Birçoğu yine işsiz kalacak, yine hoşlarına gitmeyen işlerde çalışacak, yine çok emek verdikleri halde az kazanacak ve yine kurulu düzene isyan edecekler. Peki neden?

Öncelikle şunu kabul edelim: Öyle bir öğrenci güruhu var ki onlar için krizdi, yoksulluktu hepsi ucuz birer bahaneden ibaret. Hatta içten içe bu durumdan memnunlar. Çünkü başarısızlıklarının yaşattığı ayazdan bu battaniyeler sayesinde korunabiliyorlar. Artık akraba ziyaretlerinde halının desenini incelemek yerine “Kriz var.” diyebiliyorlar. Başları dik, sesleri tok.

Tamam, tamam. Seni kastetmedim. Hemen sinirlenme.

Şimdi bu arkadaşların bazı gerçekleri kabullenebilmesi için öğrencilik yıllarını kısaca özetleyelim:

  • Ders notlarını sadece sınavdan sınava okudular.
  • Geceleri barda, gündüzleri uykuda geçti.
  • Kütüphaneye hiç yolları düşmedi.
  • Bilgiye dair en ufak etkileşimleri olmadı.

Öyle ki bazıları babasının arabasında son ses dinlediği şarkının adını bile merak etmezler. “Oğlum! Bir insan hiçbir şeyi mi merak etmez?” demeyin. Gerçekten de etmezler. Hatta çocukken tek bir oyuncağını kırıp içindeki mekanizmayı bile incelememişlerdir. (Bunları tabii ki kanıtlayamam ama gerçek olduklarına yemin edebilirim.) Siz de kabul edersiniz ki böyle insanlara kimse iş vermek istemez.

Aslında eleştirim bu gençlere de değil. Sonuçta sürekli dalga geçtiğimiz o sığ insan, doğanın en verimli tohumudur. Bol bol ürer, çoğalırlar. Fizikleri de sağlamdır. Yaşamın döngüsü (şimdilik) onlara bağlı. Benim eleştirim körü körüne “Üniversite okumalısın.” diye direten zihniyete. Hem de bu insanlara direten… Sonuçta bir halta yaramayan insanlar, bu zihniyetin mahsulü.

Dört Sene Oyalama Kurumu

Günümüzde (2020) bir çocuk bile YouTube videolarından bakarak elektrik prizi tamir etmeyi öğrenebilir. Bilgi artık Hassittin Usta‘ların tekelinde değil. Kısıtlamaya uğramadan serbestçe dolaşabiliyor, ihtiyacı olan; o bilgiye serbestçe ulaşabiliyor. Artık böyle bir çağda yaşıyoruz.

Her şeye rağmen bu değişime ayak uyduramayan bir nesil de var. Hâlâ 1830’dan kalma Prusya eğitim modeline bel bağlamış haldeler. Çocuklarını sabahın köründe bir yerlere yollayarak işkenceden bozma verimsiz bir sistemle onları eğittiklerini düşünüyorlar.

Bu sistem hayatın ne olduğunu bilmeyen bebelere analitik geometri öğretmeye çalışıyor. Öyle ki “Bunlar gerçek hayatta ne işimize yarayacak?” diyen bir çocuğa bile doğru dürüst cevap verilemiyor.

Bu sistemde öğrenciler hükümlü, hocalar gardiyan gibi. Bir öğrenci, çözdüğü problemin ne işe yaradığını dahi bilmiyor. Sınavlardan topladığı saçma sapan puanlarla işe yarar biri olduğunu zannediyor. Ve en önemlisi, öğrenci kurtuluşa giden tek yolun bu olduğuna inanıyor. Sanki tüm özel sektör devletin demir yumruğu altındaymış gibi yaşıyor.

Bu çocukların eline orak çekiç tutuşturup tarlaya yollasalar, bu sistemden daha merhametli olurdu. En azından ne tür bir köle olacaklarını önceden bilirler ve hayatlarını ona göre planlarlardı.

Maalesef kerli ferli adamlar bile bu kafada olunca çocuklar da “Herhalde doğrusu bu.” diyerek onlara uyuyorlar. Hayatlarının en verimli yıllarını okul sınırları içinde eşelenerek geçiriyorlar. Üstelik iş güvenceleri varmış gibi.

Halbuki o kurumlardan alacakları altın yaldızlı diplomalar özel sektörün umurunda bile değil. Özel sektör iş deneyimine bakıyor. Öğrenciler kampüs duvarları arkasındaki sosyalist illüzyonda yaşarken dışarıda kapitalizm çatır çatır işliyor.

Keserden çekice bir düzine zanaat aletleri bir masanın üzerine konulmuş.

Geçen dört senenin ardından insanların ihtiyaçları olağanüstü bir şekilde biçim değiştiriyor. Öğrencilerin “meslek” dediği angaryalar, dış dünyada çoktan tarih olmuş oluyor. Dijital denizde ellerinde çekiçleriyle kalakalıyorlar. Ne çakacak bir çivi ne de sökülecek bir nal bulabiliyorlar.

Evet gerçek dünyanın istekleri, üniversitenin “meslek” diye öğrettiği saçmalıklardan oldukça farklıdır. Sektör sizden yabancı dil, dış görünüş, diksiyon ve manipülatif yetenekler bekler. Kısaca deneyimli olmanızı isterler. Bunları açıklamak zorunda da değillerdir. Bunları zaten bilmeniz beklenir. O sebeple “2 Yıl deneyim istiyoruz.” derler ve tekmeyi basarlar. Sonuçta üniversite denilen yer, bir nevi yüksek meslek lisesidir. Birçoğu yetenek aşılamayı geçtim, kendi alanını bile doğru dürüst öğretemez. Başvuru yaptığınız şirket de bunu çok iyi bilir.

Yani şunu demeye getiriyorum. Sırtını üniversiteye dayadığında, 2016’dan kalma tarihi geçmiş programlarla meslek öğrendiğini zannedersin. “Ne yapıyorum lan ben?” diye uyanmazsan etrafına bakıp suçlu aramaya hakkın yok. Bu yüzden sorumluluk hep sende. Yani mezun olduktan sonra iş bulamazsan bunun sorumlusu sensin, üniversiten değil. Sonuçta yurdum üniversiteleri de tıpkı dayılar gibi doğal bir felakettir. Felaketlere de sitem edilmez, önlem alınır.

Evet, söylediklerim yenilir yutulur cinsten şeyler değil. Birçoğumuz, tüm bu emeğin koca bir illüzyondan ibaret olduğunu kabullenmektense dört sene bekleyip gerçekleri kendi gözleriyle görmeyi tercih edecek. Nitekim her şeyin bir bedeli var, bilhassa uyanışın bedeli çok ağır. Fişten çekilmenin ne denli zor olduğunu Kırmızı Hap‘dan da hatırlarsınız.

(bkz: Kırmızı Hap Nedir?)

Her zaman olduğu gibi; “Vur!” deyince öldüren ergen kitle, “O halde kesinlikle üniversite okumamalıyım.” düşüncesine kapılabilirler. Hayır. Öyle demiyorum. Elbette, kamusal mesleklere yönelecekseniz üniversite okumanız şart. Benim burada değinmek istediğim, hayattaki tek yolun üniversite olmadığı gerçeğini göstermek. Şöyle ki: